Sosyal Ortamlarda Mahremiyet Eğitimi

Yazar Zehra BiniciPsikolog • 17 Eylül 2021 • Yorumlar:

Mahremiyetin ne demek olduğunu iyi kavramamız gerekir. Mahremiyet mahrem kavramından gelmektedir. Mahremiyet, nezaket eğitimidir, duyguların eğitimidir, sınır eğitimidir, sosyal sınırlarını çizebilmesidir, hayır diyebilme becerisi kazanılmasıdır, refleks gelişimidir, çocuğun kendini ve bedenini korumasının anahtarıdır, kendisinin ve diğerlerinin sınırlarını öğrenmesidir.

Hayatın her alanında mahremiyet bize kendisini hatırlatır, hatırlatması da gerekir. Mahremiyeti dar bir çerçeveye oturtturursak; mahremiyete hakkını teslim edemeyiz, merhamet-adalet-saygı vb. diğer erdemlerin içini boşaltmış olur, yaşamımızı kısırlaştırırız. Sosyal hayatımıza ve yaşamımıza mahremiyeti ne kadar ince işlersek; kendimizi ve çevremizi o kadar iyi tanır, sınırlarımızı daha doğru belirler ve yaşam kalitemizi arttırırız. Bilgi mahremiyetine, mekân mahremiyetine, aile içi mahremiyete, iş mahremiyetine, bilgi mahremiyetine ve daha nicelerine dikkat etmeye çalışırken sosyal ortam mahremiyetine dikkat edilmemesi diğer mahremiyet alanlarındaki dikkati yetersiz kılacaktır.

SOSYAL MEDYADA MAHREMİYET

Sosyal mecralar çoğumuzun hayatını daha gürültülü ve görünür hale getirdi. Hayatımızda soysal mecraların fazlaca yer almaya başlamasıyla mahrem sınırlarımızda, bir takım tutum ve davranışlarımızda ihlaller yaşar olduk ve bu ihlalleri hem kendimiz, hem başkaları için normalleştirme ile karşı karşıya kaldık. Bu mahremiyet ihlallerini kendi irademizle, bile isteye yaparken, bu İhlaller beraberinde duyarsızlaşmayı da getirdi.

Sosyal mecralardaki fark edilme arzusu, görünme isteği ve o mecralar aracılığıyla var olabilme ihtiyacı ister istemez yaşamlarımıza bir takım olumsuzluklar olarak geri döndü. İçsel mutluluk kaynaklarımızı unutur olduk sanki… Ne kadar takipçim var, ne kadar beğeni aldım vb. durumlar yaşamın merkezi haline gelince ne sosyal hayat mahremiyeti, ne özel hayat mahremiyeti, ne ilişki mahremiyeti, ne bilgi mahremiyeti kalmadı. Diğerinin yaşamında yer edinerek ya da alkış-beğeni alarak var olmaya çalışmak uzun vadede kişinin ruhunda derin yaralar açabilir. Aslında içsel mutluluk kaynaklarının kişinin yaşamında daha ön planda olması gerekirken, bu ve benzeri dışsal mutluluk kaynakları kişinin yaşamını istila etmeye başladı. Unutulmamalıdır ki sosyal mecralar tarafından istila edilen yaşam ruhu yormaya başlar. Böylesi durumlarda iç sesimizin seviyesini yükselterek kendimizle hesaplaşmalıyız. Elbet herkes sevilmek, beğenilmek ister. Burada dikkat edilmesi gereken dengenin-ölçünün kaçmaya başladığı durumlardır, zihne kıymık gibi batmaya başlayan düşüncelerin varlığıdır, zihnin ve parmakların sürekli sosyal mecralarda olmasıdır. Hep övgü ve takdir peşinde koşacak kadar uzun zamanımızın olmadığını hatırımızda tutmamız gerekir.

Sosyal mecralar değil; sosyal ortamlarda kurulan sosyal ilişkiler önceliğimiz olmalıdır. İlişkide kalmanın, ilişkilerin ne kadar önemli olduğunun, varlığını devam ettirmenin sadece ben merkezli olamayacağını, bunun bir yanılsama olduğunu, ilişki içinde olduğumda daha güçlü olacağımı unutmamalıyım. “Ben” merkezli yaşamak ardından bambaşka problemleri getirir. Bu yüzden zihin ve yaşam ben ikliminden “biz iklimine” taşınmalıdır. Bu noktada sosyal mahrem sınırlarını yaşamımıza işleyebilmeliyiz. Düşünsene koca şehir sadece senin olsa ama içinde insan olmasa, yaşam olmasa ne kadar keyifli ya da anlamlı olurdu?

İletişim, ilişki hâlinde olmaktır. İnsan sosyal bir varlıktır; ilişkiler ağıyla büyür, gelişir, anlam kazanır. İnsan, ilişkide bulunduğu diğerlerinin varlığıyla benliğini ve yaşamını daha güçlü ve anlamlı kılar. Bireyin girdiği sosyal ortamlar ve bu ortamlarda kurulan ilişkiler psikolojik sermaye açısından önemli ve geliştiricidir.

İçinde bulunduğumuz pandemi sürecinde günlük yaşamımızda kısıtlanan bir takım alışkanlıklarımızın kıymetini ve psikolojik dayanıklılığımızı nasıl güçlendirdiklerini şimdilerde daha iyi anladık. Gariptir ki insan elindekilerin kıymetini kaybetmek üzere olduğunda ya da kaybettiğinde daha iyi anlıyor. Örneklendirmek gerekirse basit gördüğümüz yürüyüşlerimiz, sevdiklerimizle içtiğimiz kahveler, onlara özgürce sarılıp sohbet edebilmek, iletişim halinde kalmak vb. durumların ne büyük nimetler olduklarını çok iyi anladık. Bu süreç, insanın içsel muhasebesini çok rahat yapabileceği bir zaman dilimi oldu. İnsanlık olarak artılarımız, eksilerimiz, ilişki kalitemiz, insanlara nasıl yaklaştığımız, merhametimiz ve daha birçok alanda kendimizi kontrol edebileceğimiz zor ama kıymetli zamanlardan geçiyoruz.

 

ŞİKAYET ETME HAYATI

İçinde bulunduğumuz çağ bizleri hızlı yaşatıyor. Fakat pademi süreci istem dışı yavaşlattı ve içsel muhasebemizi başlattı. Günlük yaşamda kendimizi kaptırdığımız bu hız ile belki de kendimizden uzaklaşıyoruz, kendimizi kandırıyoruz farkında olmadan.

Ne yazık ki hep şikâyet ediyoruz, bile isteye geçmişin hamallığını yapıyoruz, mutsuzluğu tercih ediyoruz, geçmişte yaşanan sorunlardan beslenip onlara sıkı sıkı tutunuyoruz, sahip olduklarımızı görmeyip; sahip olamadıklarımızın ardında tüketiyoruz ömrü… Vel hâsıl şükrü unutuyoruz. 

Hayatın artılarına bakmak lazım, eksilerine çok takılmak mutsuzluk ateşini bile isteye canlı tutmaktır. Sürekli şikâyet etmenin insan yaşamına katkı sunmayacağını, geliştirmeyeceğini unutmamak gerekir. Şikâyet etmekten beslenen insan yaşamdan tat alamaz. İnsan daha huzurlu bir ömür için yaşamın olumlu yönlerine odaklanmalıdır.

Hayattan tat alamayan insanın tat alamayışı kendisiyle sınırlı kalmaz, yakınındakileri de sıkmaya, yormaya ve kendisinden uzaklaştırmaya başlar. İşte, asıl o zaman o insanın yalnızlığı başlar. İnsan sahip olduğu artılarına bakmalı ve onlara sıkıca bağlanmalıdır. Yaşanan her sorunda çözümün ardından gitmeyi düstur edinmek için hayata çözüm odaklı yaklaşmalı ve hayatı doğru okumalıyız. Bu noktada bir kıssadan bahsetmek isterim. Bir zat ayağındaki ayakkabıların eskidiğinden, onu rahatsız ettiğinden şikâyet ederek yürüyormuş. Karşıdan gelen ayakları olmayan, bastonla yürüyen bir adam görmüş. Kendinden, şikâyetinden utanmış ve şükür yolunu tercih etmiş. 

İNSAN KENDİNİ SEVMELİ

Sevmediğin, hoşlanmadığın, zaman ayırmak istemediğin ne varsa hayatına almazsın. Buradan yola çıkacak olursak; insan önce kendini sevmeli, kendine yatırım yapmalıdır.  Kişinin bizatihi kendisiyle kurduğu iletişim çok önemlidir. Bu iletişimde kişinin kendisiyle olan ilişkisi, kendisiyle ne kadar anlaşabildiği, kendisiyle ne kadar barışık olduğu ve kendini ne kadar sevdiği önemli faktörlerdir. 

İnsanın, iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta kendini sevmesi gerekir. Hani evlenirken iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta evet diyoruz ya; evlilik yolculuğunda önüne çıkan her türlü duruma eşinle bir ömre evet dediğin gibi; kendinle olan hayat yolculuğunda da yaşadığın her sorunda kendine evet diyebilmelisin.

O narsist yapıyla alakalı bir şeyden bahsetmiyorum, diğerine daha faydalı olmak için, Daha fazla merhametli davranabilmek için kendini sevmekten bahsediyorum. 

Kendimizi sevdiğimizde ve değer verdiğimizde, sosyal ortamlarda daha doğru ve daha anlamlı ilişkiler kurarız. İnsanın kendini sevmesi; içsel dinamiklerinin ve psikolojik sağlamlığının yeterli olması noktasında önemli kaynaklardır. Kendini bilen, kendiyle iletişim kuran, kendiyle meşgul olan, kendi açmazlarına ve çıkmazlarına yoğunlaşan insan eksikliklerini fark eder; merhametinde, mahremiyetinde, adaletinde ve diğer tüm erdemlerinde merhale kat eder. Kendine, yakınlarına, topluma kısacası insanlığa faydalı olur ve iz bırakır. Velhasıl insanın kendini sevmesi lazım. Düşünsene sevmediğin, hoşlanmadığın, sana iyi gelmeyene yatırım yapar mısın? 

MERHAMET 

Merhamet; yaratılışımıza işlenmiş bütün ahlaki erdemleri kuşatan, kalbin katılığını ve kasvetini ortadan kaldırarak kalbi yumuşatan, ruha-bedene-insana şifa veren, kalbi ısıtıp yumuşatan, zekâyı aydınlatan, nefretin yerine sevginin yerleşmesini sağlayan en büyük ve en kıymetli hazinedir.

Mehmet; şefkattir, önemsemektir, güvenmektir, güven vermektir, paylaşmaktır, fedakârlıktır, empatidir, yardım elidir, gözyaşıdır, sevgidir, hoşgörüdür, sabırdır, adalettir, sorumluluktur, alçakgönüllülüktür, duyarlılıktır, ruhun şifa kaynağıdır.

Merhamet, gönüllü olarak kendimden bir şeyler kattığım ve aktif olduğum bir süreçtir. Merhamet karşımdakinin acısıyla harekete geçme, karşımdakinin acısıyla yerinde duramama ve karşımdaki için kendimden bir şeyler vermektir. Zaman, ilgi, sadakat, sabır, sevgi gibi…

Merhamet kalbin katılaşmamasıdır. Merhamet, şu kalbin kör olmamasıdır. Derler ki insanın bakan gözü kör olmayabilir ama şu yüreğindeki kalbi körleşebilir. Kalbi körleşen merhametsizleşir, merhametsizleşen içsel huzurdan uzaklaşır, içsel huzurundan uzaklaşanın da ne kendine, ne karşındakine hayrı yoktur.

Merhamet gösteren kişi ruhunu, bedenini, zihnini şifalandırır.

SOSYAL ORTAM MAHREMİYETİ

Öncelikle sosyal ortam deyince algıladığımız, anladığımız şeyin içini doldurmamız gerekir. Sosyal ortamı tanımlayarak devam edelim. Aile içine doğduğumuz ilk sosyal ortamdır. İlk içine doğduğumuz yapıda gördüklerimizle kişiliğimiz, hayata bakışımız, duruşumuz, inançlarımız şekillenir. Ailede her şeyi öğreniyoruz, gözlemliyoruz, becerilerimizi ve doğuştan getirdiğimiz erdemleri zenginleştiriyoruz. Orada edindiğimiz beceriler, sosyalleşme sürecimizin de hazırlık aşamalarıdır. Ayrıca ilk sosyal ortamımızda edindiğimiz becerilerin psikolojik sağlamlığımızı güçlendirdiğini de unutmamak gerekir. Çocuğa her alandaki mahremiyet bilincinin kazandırılacağı yer ailedir. Çocuk, okul dönemiyle birlikte ev dışındaki ilk ve büyük sosyal yapıya adım atar. Ve ilk sosyal yapı olan ailede edindiği becerilerini okul yaşamı ile uygulamaya döker. 

ÇOCUKLUK DÖNEMİNİN ÜZERİMİZDEKİ ETKİLERİ

Erken çocukluk döneminde yaşadığımız, gördüğümüz, bize karşı takınılan her türlü tavır, tutum ve davranışlar yetişkinlik yaşamımız boyunca pek çok alanda etkilerini gösterir. Tabii burada hemen şu parantezi açmak zorunda hissediyorum. İnsan her dem yeniden doğar. Bunu hiç unutmamalıyız. Ne yapalım, ben 6 yaşına kadar böyle bir ailede büyüdüm, bana da böyle davranmışlar, ben de böyleyim. Bu düşünce kabul edilebilir değildir.

Çocukluk dönemi bizim kişiliğimizi şekillendirir fakat hayatımız çocukluk döneminden ibaret değil. Hiç birimiz çocukluğumuzdan ibaret değiliz. Her olumsuzlukta günah keçisi çocukluk dönemi yaşantıları ve aile olmamalı, fatura çocukluğa ya da anne babaya kesilmemelidir. İnsan zihninin 5-6 yaşlarındaki haline takılıp kalasına izin vermemelidir. Allah akıl, idrak, zaman vermiş… Hayat yolculuğunda yaşlanıyoruz ve öğreniyoruz. 

Bir çocuğun gülme, konuşma, yemek yeme ya da oyun oynama şekline baktığımız zaman ailesinden izlere rastlarız. Çocuğun tutum ve davranışları doğru okuyanlara, çocuğun yetiştirilmesi hakkında bilgiler verir. Bu noktada anne babanın tavır tutum ve kişilik yapıları devreye girer. 

Çocuklarımız bize emanettir. Emanetlerimizi en iyi şekilde topluma kazandırmak için çaba göstermeliyiz. Ebeveynin çocuk yetiştirmedeki istikrarlı davranışları aile içi iletişim ve ilişkileri güçlendirir. Bunun yanında çocuğun özgüven becerilerini geliştirir. Yine ebeveyn tutum ve davranışları mahremiyet bilincinin gelişimini destekler. 

Çocuğa mahremiyet bilinci kazandırılmadıysa; çocuk kendisinin ve karşısındakinin sınırlarını koruyamayacak, özgüven gelişiminde sağlıklı yol alamayacak, kendini dışarıdaki tehdit ve tehlikelere karşı açık hale getirecek, duygusal, fiziksel ve psikolojik ihmal ve istismar karşısında kendini ve diğerini savunamayacaktır. Ebeveyn tavır ve tutumları, çocuğun mahremiyet bilinci kazanmasında ve özgüven gelişiminde çok kıymetlidir. Unutulmamalıdır ki; özgüven eksikliği olan çocuk, dışarıdaki art niyetli kişilerin en kolay avı olacaktır. Bu yüzden çocuklarımızın özgüvenlerinin gelişmesi hususuna özellikle dikkat etmeli, onları desteklemeliyiz. 

Çocuğun kişilik gelişiminde, sosyal gelişiminde, akademik başarısında, özgüven gelişiminde ve tüm değerleri kazanmasında ebeveyn tavır ve tutumları önemlidir.

Demokratik anne baba tutumları: Çocuğun yaşı kaç olursa olsun onun kararlarına saygı duyulur, onun fikri önemsenir, çocuğun temel ihtiyaçları karşılanır ve sevgi gösterilir. Çocuğun başarısı ödüllendirilirken başarısızlığı cezalandırılmaz ve ailenin katı kurallar yoktur. Bu sayede çocuk kendini rahatça ifade edebilir.

Aşırı koruyucu ebeveyn tutumları: Ebeveynin “aman düşecek, aman bir şey olacak, aman canı acıyacak” vb. tavır, tutum ve yaklaşımları ile karşılaşırız. Zarar görmesin diye sürekli kontrol altında tutulan ve kısıtlanma ile karşılaşan çocuğun kendini tanımasına fırsat verilmediği için; çocuk tek başına hareket edemez, özgüveni gelişmez, kendi kararlarını alamaz ve kendini gerçekleştiremez. Çocuk ailenin dışına çıktığında, ailesinin onu koruduğu kadar kendisini koruyacak birileri ile karşılaşamayacak ve dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikeye açık hale gelecektir.

Cezalandırıcı, otoriter anne baba tutumları: Çocuk sürekli korkar, iyi-kötü davranış ayrımı yapamaz.  Sürekli bir baskı hali vardır, çocuğun kişiliği hiçe sayılır, söylenenleri yapmadığında fiziksel şiddet görür. Bu tavır ve tutumlar ile yetişen çocuğun kendine güveni gelişmez.

Kararsız- tutarsız anne baba tutumları: Anne-baba kendi aralarında kararsızdırlar. Annenin evet dediğine baba hayır, babanın evet dediğine anne hayır der. Çocuk her durumda farklı bir cevap duyar ve bu tutarsız tavırlar çocuğun kişilik gelişimine olumlu katkı sağlamaz.

Çocuk merkezli ebeveyn tutumları: Çocuğun dediği neredeyse emir gibidir, her dediği yapılır. Evdeki dünya çocuğun etrafında döndürülür, çocuk her şey benim sayemde gibi bir algıyla büyürse o evden çıktığında, yani okul hayatının başlangıcıyla evden uzaklaşmaya başladığında da dünyanın kendi etrafında dönmesini isteyecek, arkadaşları üzerinde hâkimiyet ve otorite kurmaya çalışacaktır. Hâkimiyet ve otorite kurmaya çalışırken; sınır bilinci ve sosyal mahremiyet bilinci kazanamadığı için uyum problemleri nedeniyle akranlarıyla zorluk yaşayacak,  paylaşmayı bilmediği için de ilişki kuramayacak ve yalnızlaşacaktır.

Destekleyici tutum: Olmasını istediğimiz, hoşgörülü ebeveyn tarzıdır. Destekleyici tutum ile büyüyen çocuk; mahremiyet- merhamet- adalet ve benzeri erdemleri hayatına işleyebilmiş ve bu becerilerini kazanmış, kendine ve çevresine güvenen, güvenilir, işbirlikçi, mutlu ve arkadaş canlısıdır.

Mahremiyet bilincinde çocuğa kazandırmaya çalışılanlar arasında; dışarıda yaşayabileceği bir tehlike ya da kötü bir dokunuşa tepki verebilmesi, yakında güvenebileceği biri varsa yanına gitmesi, hayır diyebilmesi, bedenini koruyabilmesidir.

Mahremiyet bilinci kazandırılmamış çocuğun yaşamında anne babanın yetiştirme sürecine baktığımızda küçüktür bir şey olmaz, anlamaz, büyüyünce hatırlamaz ve benzeri yaklaşımlar ağır basmaktadır. Çocuğu kalabalıkların içerisinde soyup giydiren, daha küçük diye uluorta altını değiştiren tavır tutumla yetişen çocuk, dışarıda ne kendini ne kendi mahremini ne de diğerinin mahremini koruyabilir. Mahremiyet bilincinden uzak yetişen çocuk arkadaşlarıyla dışarıda oyun oynuyorken terlediğinde bir anda tişörtünü çıkarıp atabilir mesela. Çünkü bunu neden yapmaması gerektiğini o ilk sosyal yapıda öğrenemedi. Çocuk öğrenmediğini hayatında uygulamaya geçiremez. 

Mahrem bölgelerin nereler olduğu kültürden kültüre, geleneklere, inanca ve yaşantıya göre değişiklik göstermektedir. Mahremiyet bilinci kazandırmada dikkat edilmesi gerekenlerden bahsetmek gerekirse; öncelikle çocuğa mahrem bölgeleri tanıtılmalı ve bu bölgeleri koruması öğretilmelidir.

-Çocuğa mahrem bölgelerinin kendisine özel olduğu, kimsenin özel bölgelerine dokunamayacağı, dokunmak isteyen olursa tepki göstermesi ve ailesine anlatması gerektiği, ayrıca kendisi izin vermeden kimsenin onu öpmesine izin vermemesi gerektiği öğretilmelidir. Bu bilincin oluşmaması ileride büyük problemlerin kapısını aralayabilir.

-Küçüktür anlamaz, bir şey olmaz yaklaşımı büyük bir yanılgıdır. Aksine çok şey olur. Bu tuzağa düşmemek gerekir. Çocuğun doğduğu ilk gün itibariyle onun mahremiyetine önce ebeveynleri saygı duymalıdır. Bir başkasının yanında giydirilmemeli, bezlememeli, altı değiştirilirken çok zaman geçirilmemelidir. 

-Çocuğun gelişimi ve karakteri yaşa bağlı olarak değişim göstermektedir. Bu nedenle her ebeveyn çocuğunun gelişim özelliklerine ve karakterine göre öz bakım becerileri çocuğa kazandırılmalıdır. 

-Tuvalet eğitimi esnasında çocuğun kullandığı lazımlık ortalık yerde bulunmamalıdır. 

-Tuvalet eğitimiyle başlayan süreçte çocuğa; ihtiyaçlarını giderdikten sonra temizliğini nasıl yapacağı öğretilmeli, banyosunu yapabileceği konusunda cesaretlendirilmeli, yardım etmek için girilmesi gerektiği zamanlarda çocuğun iç çamaşırları üzerinde olmalı ve mahremiyetin önemi hissettirilmelidir. 

-Anne baba çocuğa öğretmeye çalıştıklarını kendi yaşamlarında uygulamalıdır. Çocuk duyduklarıyla değil; gördükleriyle daha kolay öğrenir. Çocuk sürekli gözlemler, her davranışı fotoğraf makinesi gibi çekip kaydeder. Bu yüzden ebeveynin davranışlarına, tavır ve tutumlarına çok dikkat etmeleri gerekir. Mesela çocuğun mahrem bölgelerini kapatarak evde gezmesini öğretmeye çalışırken anne baba da evde mahrem bölgelerini kapatarak gezmelidir. Çocuğa tuvalet kapısının kapalı tutulması gerektiği öğretilmeye çalışılırken ebeveynde tuvalet kapısını kapalı tutmalıdır. 

-Çocuğa HAYIR deme becerisi kazandırılmalı, oyuncak-kıyafet ve aksesuar seçimi yaşına ve cinsiyetine uygun olmalı, çocuğun ekran başında sınırsız ve kontrolsüz zaman geçirmesine müsaade edilmemeli, çocuk için uygun olmayan sevgi sözcükleri ile çocuğa hitap edilmemeli, yanına gitmek dahi istemediği kişiye ebeveyni tarafından kendisini sevdirmesine zorlayan “git bakayım sevecek seni” vb. yaklaşımlardan uzak durulmaldır, evin adresi öğretilmeli ve aile fertlerinin numaraları ezberletilmelidir.

Ebeveynin mahremiyet eğitimi ya da bilincini kazandırmada çocuğu sürece dâhil etmesi gerekir. Örnek vermek gerekirse; ailece televizyonda bir dizi/film izliyorken uygunsuz bir sahne ile karşı karşıya kalındığını düşünelim. O anda ebeveynin aniden kanalı değiştirmesi çocukta merak uyandıracaktır. Her birimizin elinin altında ekran ve internet olduğunu unutmayalım. İstediğimiz herhangi bir konu özelinde neredeyse tüm ayrıntılara yazılı ve görsel şekilde ulaşabiliyoruz. Merakı uyanan çocuk bir de okuma yazma biliyorsa kapattığımız kanaldaki yayınla alakalı merakını gidermek için odasına gidecek ve kapatılan sahneyi belki daha fazlasını izleyecektir.

Kanalı kapatmak yerine, o sahneye çocukla birlikteyken denk gelindiyse; anne ya da baba o sahnenin, o sahnede yaşanan durumun hoş olmadığıyla alakalı tepkisini belli etmeli ama bunu direkt çocuğa söylememeli, bunun yanlış olduğuyla alakalı yorumunu genele anlatır gibi anlatmalıdır. O sahnede yaşananların yanlış olduğu, mahremiyete uygun olmadığı dile getirilmeli sonra kanal değiştirilmelidir.

Bir anda kanal kapatıldığında çocukta merak uyanır ve çocuk merakını yalnız kaldığı anda güvensiz ortamda gidermeye çalışır. Çocuğu geliştiren elbet merak duygusudur. Dikkat edilmesi gereken geliştirici olan bu duygunun çocuğu yanlışa sevk etmesine izin vermemektir. Çocuk anne babadan öğrenmediği doğruyu dışarıda yanlış kaynaklardan öğrenecektir.

Ebeveyn çocuğu ekranın sınırsızlığından korumalı ve çocuğa kontrollü ekran kullanımı ile rol model olmalıdır. Elimdeki telefonlar bize dünyaları sunarken, çocuklarımızı bizden uzaklaştırmamalıdır. Bu nedenle gerek kendimize gerekse çocuklarımıza karşı sorumluluklarımızı hatırlamalı, ekranlara gömdüğümüz başımızı kaldırmalıyız.

MAHREMİYET BİLİNCİ OLUŞMAMASI SOSYAL ORTAMLARIMIZDA NEYE MAL OLUR? 

Çocuğun kendisi ve karşısındaki bireyin mahremiyetini korumayı öğrenememesi büyük problemler ortaya çıkaracaktır. Kendini muhafaza etmeyi bilmeyen ve mahremiyet bilinci aşılanmamış çocuk, dışarıda bulunan tehlikelere karşı savunmasız kalacak, yabancılara kolay kanacaktır. “Gel şeker vereyim, annene götüreyim” ve benzeri tuzaklara kolay düşecektir. Özgüveni gelişmemiş olan ve mahremiyet bilinci kazandırılmayan çocuk tehlikeyle karşılaştığında tepki gösteremeyecektir. Kazandırılamayan mahremiyet bilinci ne yazık ki ihmal, istismar ve tacizin kapısı aralayacaktır.

İhmal ve istismar konuları mahremiyet bilincinde önemli kavramların başında gelmektedir. Bu kavramları duygusal, fiziksel ve cinsel olarak 3 başlık altında inceleyebiliriz.

Duygusal ihmal: Çocuğun duygusal beklentilerini ve ihtiyaçlarını önemsememe, yaş ve gelişim dönemlerine özel ihtiyaçlarını zamanında ve yeterli gidermeme ve benzeri durumlardır. 

Duygusal istismar: Çocuğun bakımıyla ilgilenen ebeveynin çocuk yokmuş gibi davranmasıdır. Ebeveynin konuşmaları esnasında çocuk yanlarında yokmuşçasına rahat ve olumsuz kelimeler kullanmaları veya televizyonda karşılarına çıkan uygunsuz sahnelerin çocukla beraber izlenilmesi gibi örnekler duygusal istismar olarak değerlendirilmektedir. 

Fiziksel ihmal: Çocuğun temel ihtiyaçları olan; yeme, içme, giyinme ve barınma konusunda çocuğa karşı kayıtsız kalınmasıdır. Okuldan gelen bir çocuğun evde ebeveynini bulamaması, evde ebeveyni varsa dahi çocuğun yeme ihtiyacının karşılanmaması, evde geç saatlere kadar yalnız bırakılması ve benzeri durumlar örnek olarak verebiliriz. 

Fiziksel istismar: Fiziksel ihmal yaşamış çocuğun birde üzerine fiziksel şiddet yaşadığı durumdur. 

Cinsel ihmal: Çocuğun anlamını tam olarak kavrayamadığı birtakım cinsel davranış ve tutumlara sosyal mahremiyete uygun olmayan ortamlarda maruz kalması ya da cinsel çıkar ve tatmin amaçlı kullanılmasıdır. Mahremiyet bilinci kazandırılan çocuk kendini cinsel istismardan muhafaza edebilir.  

Cinsel istismar: çocuğun anlamlandıramayacağı veya rıza göstermediği şiddetin eşlik ettiği cinsel davranışlara maruz kalmasıdır. Psikolojik, fiziksel, duygusal, bilişsel birçok yıkıma neden olur. 

Çocuğun her türlü ihmal ve istismardan kendisini koruyabilmesi; psikolojik sermayesinin güçlü olmasına, mahremiyet bilincini kazanmış olmasına, öz güven becerilerine ve hayır diyebilmesine bağlıdır. 

 

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

Yazar

Zehra Binici Psikoloji, Aile Danışmanlığı Uzm. Kl. Psk.

Randevu al Profili görüntüleyin

Yorumlar: (0)